Özgeçmiş:
Servet Dilber, 1975 yılında İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdi. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü’nden mezun olduktan sonra gazete, dergi ve kitap projelerinde fotoğraf editörü olarak çalıştı. Fotoğrafları Atlas, National Geographic Türkiye, Die Zeit, Le Monde, Financial Times, The Guardian’ın da aralarında bulunduğu ulusal ve uluslararası dergi ve gazetelerde yayınlandı.
Kültür ve çevre konularında uzun süreli fotoğraf çalışmaları yapmakta ve İstanbul’da yaşamaktadır.
Sergi: Bitmeyen Hasat
Şehir şehir, toprak toprak gezdikten sonra sonunda evlerine dönüyorlar. Her şey aslında başlarının üzerinde olmasından güven duydukları o çatı uğruna. O çatı altında yaşayabilmek, evlenebilmek, sevdiği şeylerle donanabilmek için mevsimlik oluyorlar.
Hayatları toprağa bağlı, yılın neredeyse yarısını başlarının üzerinde bir çatı olmaksızın geçiren ve bunu başlarının üzerinde bir çatı olsun diye yapan mevsimlik tarım işçilerinin kaderleri birbirlerine benziyor.
Kadınlar… Erkekler… Çocuklar… Aylar boyunca evlerinden ayrı, yüzlerce kilometre uzaktalar… Ne çalıştıkları toprak kendilerinin, ne de çıkarttıkları ürün. Hayatlarında değişmeyen tek şey yeni mahsulün peşinden gidişleri…
Rotanın başladığı şehirler değişse de Türkiye genelinde dört ana merkezleri bulunuyor: Adıyaman, Şanlıurfa, Diyarbakır ve Kahramanmaraş. Bu kentlerden yaz aylarında yola çıkıyorlar. Sahibi olmadıkları topraklar nereye çağırır, mahsul nerede toplanmaya hazır olursa oraya gidiyorlar. Çocuklarıyla birlikte…
Çadırlarda ve derme çatma yapılarda barınıyorlar. Bütün gün çalışıyor, akşam bir sofra başında toplanıyorlar. Bütün gün işlemesi gereken elleri kimi zaman pamuğa kimi zaman kiraza kimi zaman çapaya kimi zaman fındığa değiyor. Mevsim mevsim değişiyor ellerine değenler. Oysa yaşadıkları muhtemelen hep aynı: Çalışmak için gidilen yeni coğrafyada barınmak, hayatta kalmak için çalışmak, çocukları oradaki okula göndermenin bir yolunu bulmak.
Çocuklar bebekken başlıyorlar bu yolculuğa. Tarlaların bitişiğindeki çadırlarda doğuyor, emekliyor, yürüyor ve sonunda yine aynı tarlalarda çalışmaya başlıyorlar.
Önce yan işlere koşturuyorlar. Tarlada ya da bahçede fiilen çalışmasalar da su taşıyor, çadırda kalıp eşyaları gözetliyor, yemek yapıp bulaşık yıkıyor, temizlik yapıyorlar. Tabi şehirden şehre göç etmek zorunda kalırken yakalandıkları hastalıklar, yaşadıkları kazalar da cabası.
Onların hızla büyümeleri, erişkin olmaları isteniyor. Öyle ki bazısı 9, bazısı 11 yaşında “ücret” almaya başlıyor. Kanunen 15 yaşını doldurmadan çalıştırılmaları yasak olsa da bu engel olmuyor. Çünkü görülmüyorlar. Ya da daha doğrusu görülmek istenmiyorlar.
Halbuki yaşadıkları birkaç “istisna” ile sınırlı değil. Raporlarda isimleri “sehven” de yer almıyor. Devasa bir toplumsal sorun olarak kuşaklardır katlanarak çoğalıyorlar. 2012 TÜİK verilerine göre tarlalardaki çocukların sayısı, çalıştırılan çocuk sayısının yaklaşık yarısına, yüzde 44,7’sine karşılık geliyor. Yani yaklaşık 350 bin, 400 bin çocuk bu çemberin içinde yer alıyor. Dışına çıkmaları ise imkânsız gibi.
Acı hikâyeler gizli geçmişlerinde. Tarlada doğurup iyi bakamadıkları için kaybettikleri çocukları, kazalarda yitip giden ablaları, nehirde boğulan anneleri var hepsinin. Gözleri doluyor, bazen gizlice ağlıyorlar. Ama duygusallığa yer yok burada. Güçlü olmalı, güçlü kalmalılar ki düzenlerini devam ettirebilsinler.
O nedenle ağızlarından çıkan kelime hep “şükür” oluyor. Ardına yapacak başka bir şeyleri olmadığını da ekleyiveriyorlar. Vedalaşırken ise tek söz dökülüyor: “Hayat işte, bize de bu yazılmış.”
This post is also available in: İngilizce