Özgeçmiş:
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde “Fotoğraf” okudu. Nokta ve Aktüel dergileriyle, Zaman Gazetesi ve Taraf gazetelerinde fotomuhabirliği, fotoğraf editörlüğü yaptı. Hafta sonu eklerine gezi yazıları yazdı. Birçok karma sergide yer aldı. İlk kişisel sergisini 2011 yılında, Salih Memecan’ın başkanlığını yaptığı Medya Derneği’nde “Sade(ce) Beyoğlu” adıyla açtı. Halen yayın ve medya dünyasına yaptığı bağımsız çalışmalarla destek vermektedir.
Kendisi için en iyi anlatım dilinin fotoğraf olduğuna inanıyor. Bakışını, bir stüdyonun içi kadar daraltıp gerçek dünyanın keşfini ıskalamak istemiyor.
Sergi: Ranza
Fotoğraf makinesi, gitmenin pek mümkün olamayacağı mekânlara giriş vizesidir. Tanık olmak, belgelemek ve kendini zenginleştirmek için… Empati yapmak ve dokunmak için…
“Zengin Suriyeliler” diye çıktığım yolda, aslında savaşın kimseyi zengin bırakmadığını, herkesi yoksullaştırdığını gördüm.
Proje için çalıştığım Sulukule bölgesinde, beş asırlık bir Roman mahallesi üzerine Toplu Konut İdaresi’nin yaptığı ‘lüks’ konutlara yerleşen Suriyeliler, bir zamanlar Zeki Müren, Müzeyyen Senar gibi dev sanatçıların geldiği eğlence evlerinin üzerinde duruyorlar.
Bir anda yıkılan ve yüksek bütçeli, lüks evlerin yükseldiği bir mekâna dönüştürülen Sulukule’nin eski sakinlerinden geriye çok azı kalabildi.
Maddi durumlarından dolayı, bu evlerde oturması imkânsızlaşmıştı. Onların imdadına da, 2011’de başlayan iç savaştan kaçıp toplu halde yaşamayı kabullenen Suriyeliler yetişti!
Tarih tekerrür ediyordu… Sulukule’ye yerleşim 10. yüzyıl’da başlamış, Bizans döneminde, şehir içinde yaşayan Romanlar, falcılık ve sihirbazlık yaptıkları gerekçesiyle Ortodoks Kilisesi tarafından şehri çevreleyen surların hemen dışına yani Sulukule’ye sürülmüştü. Sulukule’nin bir nevi ‘sürgün yeri’ olarak kaderi böylece başladı…
Suriyelilerin sığındıkları evlere girmek hiç de kolay olmadı. Esed ve Suriye istihbaratından duydukları korku, “Kellemizi uçururlar” ifadesine kadar varıyor. Yaka paça kovulduğumuz evler de oldu, biz daha içeriye girmeden elimize kahve tutuşturulan evler de… Fakat fotoğraf çekmeye ikna etmenin zorluğu hiç değişmedi.
On beş, yirmi kişinin kaldığı ve her boşluğun çift katlı ranzalarla değerlendirildiği evlerde, ‘dikey hayatlar’ yaşanıyordu. O dikeyliğin aksine her şey tekrardan ibaret gibiydi. Evler sanki tek bir elden çıkmış gibi aynıydı. Her yer ranza, çoğu işsiz, herkes yalnız, neredeyse herkesin adı Muhammed’di. İçtikleri kaçak sigaralar, keyfini sürmekten asla ödün vermedikleri pipetli bir çay kaşığıyla içtikleri mate çayı ve nargile… Her şey aynıydı; ama en çok da acıları…
Nobel ödüllü, Meksikalı yazar Octavio Paz’ın Meksika’dan sınırı geçip ABD’ye yerleşen Meksikalıları anlattığı romanındaki Paçukolara benzetmiştim bu gençleri: “Paçukolar, delikanlı gençlerdir. Onları davranışlarından ve giysilerinden tanıyabilirsiniz. Var olmak ve olmamak arasında sürekli salınır dururlar… Yaşam, o kilitli kutunun içine giremez, onun dışında bekler durur. Bu aslında yitmiş ama yitirdiği biçimini yeniden bulacağını umut eden bir yaşamdır.”
Octavio Paz’ın tarifine çok fazla uyuyordu, Sulukule’nin şimdiki sakinleri…
Benim için artık yapılması gereken tek şey, olayı ve kişileri doğru anlatmak, doğru anlatabilmek için gerekli olan metaforları keşfetmekti.
Görüntülediğim insanlarla aynı dili konuşmadan, yoğun bir bağlantı kurdum. Bana evlerini açtılar. Sürekli, kakuleli kahve ve demlikte şekerli gelen şerbet gibi çaylar içtim. Hikayelerini dinledim. Yermuk’ta bir yıl boyunca kedi köpek yiyerek hayatta kalmış insanlarla tanıştım. Aslında birçok gerçek, kadraj dışı kalıyordu.
Buradaki Suriyeli mültecilerin neredeyse hepsi okumuş, eğitimli. Doktor, sosyolog, eczacı, dişçi, mühendis… Üniversitelerde denklik bulamadıkları için terzilik, çıraklık, hamallık gibi işler yapıyorlar. Esed’in askeri olmayı reddeden bu insanlar, ölmek kadar öldürmekten de kaçmıştı. Saygı duyulmayı fazlasıyla hak ediyorlardı.
Mültecilik, göç üzerinde yükselen bir kavram. Sürekli kalınan bir yer yok. Ben de ikinci kez gittiğim evlerde hep başka yüzler buldum. Önceden gördüğüm bir insanı yeniden görmem pek mümkün olmadı. Sürekli bir devinim söz konusu, sürekli bir git-gel. Bana mülteciliğin somutlaştığı bir şey sorsanız; “Taşlar üzerinde yürüyen valiz tekerleklerinin sesleridir” derim. Sulukule sokaklarından valiz sesleri hiç eksik olmuyor. İnsanlar değişse de o ses değişmiyor.
Fotoğrafları sadece belge olsun diye çekmedim. Sanatsal öğelerden tamamen uzak, oryantalizmin tuzağına düşmeden ve bir ‘acı edebiyatı’ yapmadan, çalıştığım insanlarla temas etmek istedim.
Göçmenlik, dramatik olduğu kadar, travmatik de bir olgu. Geçmişinizi emanet ettiğiniz topraklardan ayrılırken yanınıza aldığınız yegâne şey, eski fotoğraflar. O fotoğraflarla, Suriyeli göçmenlerin valizlerinde karşılaştım.
İnsanoğlu, her yerde yalnız. Biliyorum, fotoğraflarım o yalnızlığın doğasını değiştirmeyecek. Ama o doğanın ne kadar güçlü olduğunun fark edilmesine belki de aracılık edecek.
This post is also available in: İngilizce